Ukbaya mani dünya

Dünya cazip, insanoğlu bu güzelliklere karşı hayli meyyal. Bundan belki de en büyük imtihanımız dünyevileşme. Ve hatta uhrevî hayatımız önünde de en büyük engel…
Kısa bir süreliğine dünyadan soyutlanalım ve kendi iç âlemimize yönelelim. Yaşantımızın merkezinden etrafa yayılan dalgaları bir bir aşalım. Yürüyelim, yürüyelim ve odak noktasına varalım. Hayatımızın orta yerinde beliren kırmızı noktaya dikkat kesilelim. Ne anlatıyor bize o noktada görünenler? Oradan etrafa dalga dalga yayılan ışık bizi dünyaya mı hapsediyor, yoksa yayıldıkça ahiret yolumuzu aydınlatan fenere mi dönüşüyor? Herhalde bunu anlamak için hayatımızdaki dünya-ahiret dengesini biraz gözden geçirmeli. Cenab-ı Hakk’ın bize verdiği dünya nimetlerinin esiri miyiz? Yoksa onlardan hakkıyla tasarrufta bulunarak, ahireti, kulluk şuurunu merkeze alarak mı yaşıyoruz? Varacağımız sonuç önemli. Zira dünya cazip, insanoğlu bu güzelliklere karşı meyilli. Farkına varmadan içine daldığımız dünya hayatı bir süre sonra benliğimizi sarıyor ve bizleri maddenin esiri hâline getiriyor. Allah, Âl-i İmran Sûresi’ndeki “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.” (14) ayet-i kerimesiyle, insanoğlunun dünyaya olan eğilimine dikkat çekiyor. Nitekim dünyanın cazibedarlığı karşısında heybesini ahiret azığıyla doldurmayan, kulluk sorgulamasını yerine getirmeyen insanoğlu, içine girdiği dünyevileşme girdabında, hissiz, inceliksiz, sürekli egolarını tatmin etme gayreti içinde olan birine dönüşüyor.
Dünyevileşme deyince aklımıza yalnızca mal-mülk sevdası gelmesin. Sosyal dünyanın ahiret hayatımızı dâhi unutturacak kadar cazip hale gelmesi, dinî ve kültürel değerlerin asıllarının talan edilmesi de aslında dünyevileşmenin bir başka yönünü gösteriyor. Cebimizdeki son parayı lüks bir kafeteryada harcayacak duruma gelmemiz, paramız olmasa bile borçlanarak en lüks telefonlara, arabalara sahip olmak istememiz bu başkalaşımın bariz örnekleri. Ya da dinî emirlerin aksine, lüksü merkeze aldığımız yaşantılarımıza bir bakalım. Öyle ki inancı bile seküler bir çizgide yaşama gayreti içinde olmamız, dünyevileşmenin belki de en can alıcı yanı. İslam’ın koyduğu ölçülerden uzak kıyafetlerimiz, yaşam alanlarımız, Allah rızası için Kur’an okunacak bir mecliste dahi ortaya çıkan şatafatlı tablo, hepimizin içinde bulunduğu ya da şahit olduğu manzaralar…

Çözüm, dünya-ahiret dengesini gözetmekte

Çözüm, dünyadan el etek çekmekte değil elbet. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sizin en hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyen ve insanlara yük olmayandır.” hadis-i şerifiyle bu noktaya vurgu yapıyor. Dünyadan uzak kalmak, Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetlerden yararlanmadan, tamamen başkalarına bağımlı yaşamak anlamına gelmiyor. Resûlullah bu durumun da hoş karşılanmadığını buyuruyor. Dinimiz, dünyevileşme girdabına kapılmamak için, alışverişlerimizde, aile ilişkilerimizde, iş hayatımızda hâsılı dünya ile her münasebetimizde dünya-ahiret dengesini gözetmemizi tavsiye ediyor…
Büyük İslam mütefekkirlerinden İmam-ı Gazali’nin ‘Kimya-yı Saadet’ adlı kitabında verdiği misal, meseleyi idrak edebilmemiz için güzel bir bakış açısı sunuyor bizlere. Gazali, dünyayı merkeze alan düşünceye sahip olmayı bir geminin yolcularının durumuna benzeterek açıklıyor: Hareket halindeki gemi bir adaya ulaşır ve yolcuların ihtiyaçlarını karşılamaları için mola verir. Yolcular ihtiyaçlarını gidermek için dışarı çıkarken kaptan uyarıda bulunur: “Hiç kimse vaktini boşa geçirmesin, zaruri ihtiyaçları dışında başka şeylerle uğraşmasın. Çünkü gemi acele hareket edecektir.” Bir kısım yolcular ihtiyaçlarını giderir ve hemen gemideki yerini alır. Gemiyi tenha buldukları için güzel ve müsait bir yere yerleşirler. İkinci grup, ihtiyaçlarını giderdikten sonra adadaki güzelliklerin cazibesine kapılır. Güzel çiçekler, kuşlar, renkli ve nakışlı taşlara bakakaldıklarından gemiye döndüklerinde yer bulamayıp dar ve karanlık bir köşeye yerleşmek zorunda kalırlar. Üçüncü grup ise adadaki güzel ve renkli çakılları toplayıp gemiye götürür. Fakat onlar da yer bulamayıp gayet dar bir yerde durmak zorunda kalır. Yanlarına aldıkları çakılları koyacak bir yer bulamayınca boyunlarına asarlar. Aradan bir-iki gün geçince çakılların renkleri bozulur ve onlardan kötü kokular gelmeye başlar. Fakat atacak durumda da olmadıklarından onlara pişmanlık veren bir gam yükü haline gelir. Dördüncü grup ise adanın büyüleyici güzelliğine kapılıp oyalanırken gemiden uzak düşerler. Gemicinin sesini bile işitemedikleri için adada kalırlar. Bunların bazısı açlık ve susuzluktan; bazısı da yırtıcı hayvanların saldırısıyla ölür. İşte Gazali, ilk grubu müttaki mü’minler olarak nitelendirir. Son grubu oluşturanlar ise kâfirlerdir ki Allahu Teâlâ’yı ve ahireti unutup kendilerini tamamen dünyaya vermişlerdir. Gazali, “Dünya hayatını ahiretten daha çok sevdiler.” (Nahl, 107) ayetinin bu gruptakileri anlattığına işaret eder. Aradaki iki grup da asilerdir ki onlar imanlarını korumakla birlikte dünyaya bağlılıklarından kendilerini koruyamamışlardır…

‘Başkalaşma, temkinsizce buzda yürüme gibidir’

Fethullah Gülen Hocaefendi, ‘Yol Mülâhazaları’ adlı eserinde dünyevileşme girdabı başta olmak üzere insanı bekleyen tehlikelerden bahseder. Evrâd ü ezkârla bu tehlikelerden kurtulma yollarını anlatır. Hocaefendi’ye göre inanmış bir gönlün, başkalaşma yoluna sülûk etmeksizin, değişimin bir keresine bile müsaade etmeme kararlılığı içinde olması çok önemli. Çünkü değişme veya başkalaşma temkinsizce buzda yürüme gibidir. İnsan orada her an kayıp düşebilir. Hiçbir meseleyi küçük görmeksizin giyim-kuşamdan şekil ve şemaile kadar her hususta kendimiz olarak kalabilme yollarını bulmalı ve o yolda kararlı bir tavır sergilemeliyiz.
Kimilerine göre değişen dünya düzeninde bu başkalaşım ve meyil kaçınılmaz. İlahiyatçı yazar Ahmet Kurucan, bu bakış açısına açıklık getirmek için önce sosyal değişimin tanımını yapıyor: “Sosyal değişim, toplum hayatına yansıyan ve fertlerin yaşama tazlarına müsbet veya menfi planda tesir eden her şeydir. Mesela; dün şehirlerarası yollar atlarla, merkeplerle aşılırken, bugün otobüs, tren veya uçakla aşılması sosyal bir değişimdir.” Sonra can alıcı bir soru soruyor: “Acaba bazılarının zorunlu bazılarının ise fantezi gördüğü genellikle Batı kökenli değişim ferdî planda İslâmî yaşamaya engel midir?” İslâm’ın belli başlı özellikleri düşünüldüğünde, böyle bir hükme “Evet”.” demek, dine karşı yapılan bir iftiradır Kurucan’a göre. Veya nefsin ve şeytanın vesveselerine kanmaktır.
Dünyevileşme kişinin kendinde başlayıp topluma sirayet eden önemli bir tehlikeye de işaret ediyor. İbn Haldun, toplumların yıkılışını fetih, ganimet, konformizm, rehavet ve çöküş olarak açıklıyor. Ancak Fethullah Gülen Hocaefendi, başkalaşma ve değişim rüzgârlarına kapılıp, dünyevileşme girdabına girildiğinde geri dönüşün her zaman mümkün olduğuna dikkat çekiyor. Hocaefendi’ye göre insanlık tarihinde bu durum o kadar çok tekerrür etmiştir ki, ümitsizliğe düşmeye mahal yoktur. Bundan dolayı mü’min bir kuyuya düştüğünde, “Artık buradan çıkmam mümkün değil.” diyerek ümitsizliğe düşmemelidir. “Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu kazanmaya bak, bu arada dünyadan da nasibini unutma, Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.” (Kasas 28/77) ayeti aslında durmamız gereken noktayı anlamaya ve anlatmaya fazlasıyla yetiyor.

0 yorum:

Yorum Gönder